EVET DAĞIN UMURUNDA HER ŞEY
ALİ ŞİMŞEK · 19/04/2014
Bir manzaraya baktığımızda şiddeti, trajik olanı, endişeyi ve anksiyeteyi duyumsuyorsak sadece resimsel (pitoresk) bir uzaya bakmıyoruzdur artık. Manzaranın insanileştiği bir eşikteyizdir artık. Bilinen bir sözdür ve bence de çok anlamlı ve felsefidir. Tavşan dağa küsmüş. Ama dağın umurunda olmamış ya da haberi... Oysa Romantizmden itibaren içine girdiğimiz doğa, manzara tam da muhatap isteyen bir dağ istiyor.... İnsan dağa küsmüş, ama dağın umurunda bu iç sıkıntısı diyebilmek bence önemli bir dönüşüm. Bu bildik anlamda doğayı sömürgeleştirmek, onu antropolikleştirmek değil elbette. Ya da sadece göze gelmiş, evcilleştirilmiş bir parça da değil. Landscape (Manzara) burjuvazinin özgüveniyle yayılan bir iktidara da hitap ediyordu biliyoruz. İşlenecek, satın alınacak, ya da aristokrasinin payesini ikame edecek bir ele geçirme.... Lezzetli bir seyir hali. Dostum Rahmi Öğdül'ün söyleyişiyle: “Peyzaj ya da manzara resmi doğayı evcilleştirme sürecinde icat edildi. Etrafını çitlerle çevirerek kendini doğadan ayıran insan içeride mutlak bir düzen, kozmos yaratırken, çitlerin ötesinde uzanan doğayı ise mutlak kaos olarak tanımladı. Korkunç kuvvetlerin kol gezdiği bir alan olarak doğanın unsurları, ancak evcilleştirildiği, denetim altına alındığı ölçüde çitin içine dâhil edilebiliyor. Peyzajın temsil ettiği doğa da evcilleştirilmiş bir doğa temsili olarak duvarlarımızı süslüyor. Romantiklerin yüce kavramına öncülük eden doğanın kudretli yüzünün temsilleri bile bir süre sonra klişelerden oluşan doğa repertuarlarımızda yerini almakta gecikmiyor.”
Romantizmden, huzursuz Van Gogh'a, geometrik neşterle lirizmli tehlikeli bir evliliğe sokan Cezanne'a; oradan modern vicdanımızın boya sürüşü olan Anselm Kiefer'in uzamına girmek işte bu “mülk” edinmenin kendisinden kaçmaktı biraz. Sınır çizen, birbirine gerilimli elektrikler yükleyen, arıklarla, sararmış otlar ile, varlığın derin yarasını pay eden patikalarda yankılanan bir huzursuzluk. Latince signature (imza) kavramının tarla ve toprak arıklarından gelmenin bir anlamı olmalı. İmza toprak ve mülkiyettir. Ama her imza mülkiyete karşı derin bir yaradır biraz.
Enis Malik Duran'ın manzaraları, arık ve sararmış otları; bütün yüzeye yayılmış gerilim ve şiddeti bence koca bir geleneği güvenle sırtlıyor. Yeni keşfettiğim sarıyı balkılayan fırça vuruşları; bazen neşter keskinliğini ve ürpertisini veren çiziktirmeleri usta bellediği Kiefer'in sorumluluğunu taşıyor. Yine katalog yazısını kaleme alan sevgili Rahmi'nin deyimiyle: “ Enis Malik Duran’ın manzaraları tedirgin edici bir coğrafyada bulunduğumuzu hissettiriyor. Huzur veren bir peyzaj değil. Bir bıçak yarası gibi yeryüzünde açılan yaraları andırıyor sınır bölgelerindeki düzenlemeler. Kasvetli renklerin rahatsız edici fırça darbeleriyle tuvale yedirilmesi bu yaraları yüzeye çıkarıyor. Dokunduğunuzda pürüzsüz bir yüzeyle değil, pürtüklü ve vahşi bir dokuyla temas ediyorsunuz; çorak toprakların dikenli bitkilerini andıran dikenli teller tenimizde de onarılmaz yaralar açıyor. Sınır bölgesi insan bedeninde ölümcül yaraların açıldığı bir mıntıka aynı zamanda. Sınırı aşmaya çalışanlar mayınlı bölgeyi geçmeyi başarırlarsa şayet, iz tarlası denilen düzleştirilmiş bir arazide iki ateş arasında kalabiliyor ve yaralı ya da ölü bedenleri de bu arazide bir iz bırakıyor: yeryüzünde ve bedende açılmış yara izleri. “
Çit; o güven veren, bölgeyi insana açan, doğayı dışarıda tutan uğursuz sözcük. Kapitalizmin diğer adıydı çitleme. Tekstilin tıkır tıkır işleyen makinelerine hazırlanan koyunların otlatıldığı geniş ve yeşil araziler; ve kentlere doluşan topraksız köylüler. Malik'in “Sınır”ı bunu da düşündürüyor.
Malik'in huzursuz manzaraları 27 Nisan tarihine kadar Kuzguncuk Harmony'de izlenebilir.
©sanatatak.com